Yaşamı düşüncelerine büyük ölçüde yansımış olan Sören Kierkegaard, babasının etkisiyle sıkı bir protestan olarak yetiştirilmişti. Protestanlık, ona aşırı kuralcı bir tutum ve karamsar bir bakış açısı kattı. Dinbilim doktorasını verdikten sonra, Kopenhag’da papazlık yapmaya başladı. Evlenme girişimleri iyi sonuç vermedi. Din konusunda bitmez tükenmez kavgalara girdi. Bu kavgalardan yorgun düşerek, kırk iki yaşında öldü. Bıraktığı notlar ölümünden çok sonra Almanya ve Fransa’da etkili olmaya başladı. İşte bu etki varoluş felsefesini doğurmuştur.
Kierkegaard, varoluşçu felsefenin başlıca konularını ortaya koydu ve çok yerde çelişkiye düşmekten de çekinmeyerek (Nietzsche gibi) bu sorunların çözümüne çeşitli yaklaşımlar getirdi. Nietzsche’den otuz yıl kadar önce dünyaya gelmiş olmakla birlikte, doğmakta olan yeni düşünce deviniminin ilk atılımlarım ortaya koymakta Nietzsche’den daha başarılı oldu ve bu yüzden varoluşçuluğun öncüsü sıfatına hak kazandı.
Kierkegaard her şeyden önce, Hegel’in bütünsel akılcı sistemine karşıdır. Kierkegaard’a göre insan yaşamı bu tür bütünsel bir akılcılığa uymaz. İnsan yaşamını bütünsel bir sisteme götürmeye çalışmak onun gerçekliğini bozmak anlamı taşır. Protestan katılığının dışına çıkıp gerçek bir Hıristiyan tutumu alma yoluna girdikten sonra, insan ruhsallığının derinliklerinde varolan gerçeklikleri Hıristiyanca bir yoruma tutmaya çalıştı. Ona göre, gerçek bir Hıristiyan umutsuzluk ve bunaltı duyguları duyan insandır. İnsan, gerçek bir Hıristiyan yaşamını sürdürürken, “saçma”ya olan inancını gerçekleştirir. Bu “saçma”, insan aklıyla kavranamaz olan ve o büyük gizi açımlayan şeydir. “Saçma”dır “doğru”yu doğrulayan. Çünkü tanrısal gerçeklik insan aklını çok aşar. Biz Tanrı’yı akılla kavrayamayız. Biz Tanrı’ ya, gönülle, öznelliğimizin etkinliğiyle yaklaşabiliriz. Akıl böyle bir yaklaşımdan hiç bir sonuç alamayacaktır. Kierkegaard’ın varoluşçuluğa en büyük katkısı, sanırız, “saçma” kavramını ortaya atması oldu.
Aydınlanmanın geliştirdiği doğa bilimlerini örnek alan bilgi ve akılcılık anlayışına şiddetle karşı çıkan Kierkegaard, Aydınlanmanın nesnelliği vurgularken, geleneksel din ve ahlâkın hakikatlerine karşı aldığı düşmanca tavırdan rahatsız olarak, öznel hakikatin önemini vurgulamıştır. Hegel gibi, inanç ve aklı, hümanist bir teolojiyle daha yüksek bir düzlemde uzlaştırmaya çalışmak yerine, inançla aklın uzlaşmaz Olduğunu savunan ve inançla akıl arasındaki yarığı daha da genişleten Kierkegaard, fideizm yoluna girmiştir.
Başka bir deyişle, rasyonalist bilgi görüşüne karşı çıkan, nesnel bilgi idealinin içsel yaşama, bireyin öznel deneyimine kör olduğunu savunan, onun İnsan yaşamını anlamaya hiçbir katkısı olmadığını söyleyen Kierkegaard’a göre, rasyonalist sistemler gerçekliğin tümünü bir düşünce sistemi içine sıkıştırır, her şeyi akla indirger; akıl dışındaki öğeleri ve hepsinden önemlisi varoluşu unutur. Varoluş terimini Kierkegaard İnsan için kullanır, zira var olmak belirli bir birey olmak, çabalayan, alternatifleri hesaba katan, seçen, karar veren bir birey olmak anlamına gelir. Aklı, toplumu, vb, ön plana çıkartan bir felsefe kişiselliği, kişisellik ilkesi olan varoluşu, İnsanın varoluşunu meydana getiren öğeleri hiç dikkate almaz. Oysa gerçek felsefe ancak varoluş felsefesi olabilir, yani felsefe derinden derine kişisel bir özellik taşımalıdır. Felsefe genel olana değil, özel olana, nesnel değil de öznel olana yönelmelidir.
Kierkegaard’a göre, İnsan yaşamı, soyut düşünceye göre çok daha önemlidir. Dahası, genel felsefi problemlerin, soyut düşüncelerin İnsanın en önemli anlarında hiçbir yardımı olmaz. Ona göre, İnsan yaşamının en önemli anları, bireyin bir özne olarak kendisinin bilincine vardığı kişisel anlardır. Bu kişisel ve öznel öğeler, yalnızca nesnel öğeleri, tüm İnsanlarda ortak olan nitelikleri dikkate alan rasyonel düşünce tarafından açıklanamaz. Oysa, her İnsanın, her kişinin biricik varoluşunu meydana getiren bu öznelliktir. Tanınmaya ve açıklanmaya muhtaç olan budur.
İnsan için önemli olanın kişiliğin geliştirilmesi olduğunu savunurken, Kierkegaard İnsan varoluşunu, varoluş halini betimleyip, İnsanın ne olduğuyla ne olması gerektiği arasında bir ayrım yapar. Ona göre, İnsanın yaşamında İnsanın özünden varoluşuna doğru bir hareket vardır. Hıristiyan dininde bu harekete ilişkin geleneksel açıklama günah kavramından oluşur. Kierkegaarda göre de, İnsanın özü Tanrı’yla, sonsuz olan yüce varlıkla ilişkiyi gerektirir. İnsanın varoluş hali, onun özünden uzaklaşmasının, yani Tanrı’ya yabancılaşmasının bir sonucudur. Bundan dolayı, İnsanın bu dünyadaki yaşamı, ‘korku’yla, ‘yılgınlık’la ve İnsanın sonluluğundan duyduğu ‘sıkıntı ‘yla doludur. Bir İnsanın eylemleri, onu Tanrı’dan daha’da uzaklaştırırsa, onun yabancılaşması ve umutsuzluğu daha da artar.
Akıl yoluyla kanıtlanabilecek ahlaki bir sistem ya da din olamayacağını, ahlâk ya da din içinde, bize belli bir biçimde yaşamamız gerektiğini gösterecek, hiçbir rasyonel kanıt olmadığını savunan Kierkegaard, dini ya da ahlâki doğrularla ilgili kesinliğin, İnsan varlıklarında söz konusu olan kesinsizlik öğesini ortadan kaldırırken, özgürlüğü de yok edeceğini öne sürer. Öte yandan, rasyonel kanıt, bize doğru yaşamakta olduğumuzu entellektüel olarak gösterse bile, bizi hiçbir zaman öznel olarak ikna edemez. Bundan dolayı, onun gözünde kesinsizlik ya da belirsizlik, öznel hakikat açısından bir kusur olmak bir yana, onun özünü meydana getirir. Kesinsizlik, İnsan yaşamı açısından en önemli olan şeyin, seçme özgürlüğümüzün doğal bir sonucudur.
Kierkegaard’a göre, kesinsizlik özgürlüğü içerir. Bizim, teorik kesinliğe ulaşamasak bile, hakikati arama gibi bir sorumluluğumuz vardır. O, İnsanın, şu ya da bu biçimde yaşamak, ve seçiminin sonuçlarıyla birlikte yaşamak durumunda olduğu için, seçimde bulunmaktan başka bir alternatifi bulunmadığını söyler. Bir seçimde bulunmamak da, daha az bilinçli bir seçim olsa bile, bir tercihtir. Ona göre, biz, özgürlüğümüzün farkından olmadığımız zaman bile, sorumluyuz. İşte, İnsandaki endişe ve tasanın. korku ve yılgınlığın kaynağında bu durum, yani özgürlük ve sorumluluğumuz vardır.
Kierkegaard’da aralarında çok yakın bir ilişki bulunan korku ve özgürlük kavramları, ikici bir metafiziği yansıtır. Başka bir deyişle, onda İnsan varlıkları, hayvansal olan-la tanrısal olanın, sonluyla sonsuzun bir karışımını ifade eder. Buna göre, İnsan varlığı zamansal olanla ebedi olanın, sonluyla sonsuzun, tinle maddenin, özgürlükle zorunluluğun bir sentezidir. Özgürlük imkanı tinsel doğamıza bağlıdır. Fakat İnsan varlıklarının bir de hayvani doğaları vardır. Bu nedenle, İnsan özgürlüğünü, hep bir çatışma ve korku olarak yaşar. İşte İnsan varlığının en temel seçimi, özgürlüğünü benimseyip, hayata geçirme ya da özgürlükten kaçıştır. Kierkegaard, özgürlükten kaçışı. 19. yüzyıl toplumunun, burjuva ahlâkının en temel özelliği olarak ifade eder. İnsanlar uzlaşımsal davranış tarzlarına uymakta, ortalama olana sığınmaktadırlar. Ölümün kaçınılmazlığı gerçeğiyle yüzyüze gelmek yerine, gelip geçici hazların sağladığı tatminle yetinip, unutmayı ve yılgınlığı seçmektedirler.
Kierkegaard, bu durumu ve çıkış yolunu, estetik varoluş tarzı, ahlâki varoluş evresi ve nihayet dini varoluş tarzından meydana gelen üç ayrı varoluş evresiyle göstermeye çalışmıştır. Ona göre, her İnsan gerçekleştirmek durumunda olduğu bir öze sahiptir. Bu öz ise, İnsanın Tanrı’yla ilişki içinde olması olgusu tarafından belirlenir. İnsan bu dünyadaki yaşamı sırasında, üç varoluş tarzından her birinde olabilir.
Fakat İnsanının yaşadığı yabancılaşma, umutsuzluk ve suç duygusu, İnsana bu varoluş tarzlarının niteliğini ve bunlar arasındaki farklılıkları öğretir. Kierkegaarda göre, İnsanın yaşadığı bu olumsuz duygular, ona bazı varoluş tarzlarının diğerlerinden daha sağlam ve gerçek olduğunu gösterir. Sağlam ve gerçek bir varoluş tarzına ulaşmak ise, akılla değil de, inançla ilgili bir konudur.
"Duanın işlevi, Tanrı'yı etkilemek değil, daha ziyade dua edenlerin niteliğini değiştirmektir."
"Yaşam, çözülmesi gereken bir sorun değil, yaşanacak bir gerçekliktir."
"Kandırılmanın iki yolu vardır. Birincisi, neyin doğru olmadığına inanmaktır; Diğeri, doğru olana inanmayı reddetmektir."